
ŞEREFSİZLENDİRME!
İnsanın doğuştan sahip olduğu onurlu varoluşunu nasıl unuttuğunu ve modern toplumda bu unutuşun değersizlik hastalığına nasıl dönüştüğünü inceliyor. “Şerefsizlendirme” olarak tanımlayabileceğimiz bu kültürel ve psikolojik pratik, yalnızca bireyleri değil, bütün bir toplumu etkileyen derin bir kırılmanın sonucudur.
DUR, DÜŞÜN
Yilmaz Abayel
8/6/202510 min read
ŞEREFSİZLENDİRME!
Giriş
Bu metin, insanın doğuştan sahip olduğu onurlu varoluşunu nasıl unuttuğunu ve modern toplumda bu unutuşun değersizlik hastalığına nasıl dönüştüğünü inceliyor. “Şerefsizlendirme” olarak tanımlayabileceğimiz bu kültürel ve psikolojik pratik, yalnızca bireyleri değil, bütün bir toplumu etkileyen derin bir kırılmanın sonucudur. Metin boyunca, bu hastalığın izini sürecek ve ona karşı geliştirilen üç temel şifa yolunu keşfedeceğiz: bilinçlenmek — yani yaranın farkına varmak; dönüşmek — bu farkındalıkla kendini yeniden inşa etmek; ve dönüştürmek — bu içsel iyileşmeyi başkalarına da yansıtmak. Her bir aşama, hem bireysel bir uyanış hem de kolektif bir iyileşmenin çağrısını taşır. Her bir aşama, hem bireysel bir uyanış hem de kolektif bir iyileşmenin çağrısını taşır.
1. İnsanın Ontolojik Değeri ve Kopuş Bilinci
Her insan, doğduğu anda, birliğin huzurundan ayrılmış olmanın belirsiz ama yakıcı sızısıyla yeryüzüne düşer. Bu düşüş, bilinçle değil, bilinçaltının en derin yarığında yankılanır. Adını koyamayız. Ama hissederiz. İçimize, bize yakışmadığını hissettiğimiz; aslında hak etmediğimiz bir eksiklik duygusu yerleşir. Doğan her insan bu hastalıkla dünyaya gelir. Doğum, bir çeşit birlikten kopma halidir. Ve bu kopuş, bilinçdışına gizlenmiş bir değersizlik sanrısıyla birlikte gelir. Bu sanrı, insanla birlikte doğar; içimizdeki eksiklik, kopukluk ya da tamamlanmamışlık hissi, sanki varoluşun ayrılmaz bir parçasıymış gibi içimize yerleşir.
İşte bu noktada devreye 'şeref' girer: insanın bizatihi özüdür; bir insanın varoluşta yerini hak ettiğine dair içsel sezgisidir.
Varlığın doğuştan hakkı, yani ontolojik değeridir. Bu değer, kimse tarafından verilmiş ya da kazanılmış değil, varoluşla birlikte insana bahşedilmiş bir hâldir. Ancak bu öz hatırlanmadığında silikleşir. İnsan kendisini, kendi varlığına lâyık hissedemez hale gelir. Kendisini eksik, kusurlu, dışlanmış ya da yetersiz hissetmeye başlar. Bu sadece bireysel bir duygu değil, insanlık tarihine sinmiş bir kopuş bilincidir. Adem’in cennetten düşüşü, sufilerin Tevhid’den ayrılış metaforu ya da psikanalitik ayrılık travması... Hepsi aynı yaranın farklı dile gelişleridir. Hepsi insanın doğrudan doğruya ait olduğu birlikten uzaklaşmasının farklı tezahürleridir.
Not: Burada "şeref" doğuştan gelen ontolojik değer olarak tanımlanır; şerefsizlendirme ise bu değeri başkasında bastırma, çarpıtma veya yok sayma eylemidir.
2. Modern Toplumda Değer Eksikliği ve Şerefsizlendirme Kültürü
Modern birey, neye ait olduğunu bilmeden yaşar. Aile dağılmıştır, cemaat çözülmüştür, maneviyat çökmüştür. Geleneksel yapılar çözülmüş ama yerine sağlam bağlar kurulmamıştır. Sosyal medya, sahte cemaatler sunar; performans odaklı hayat, iç dünyayı bastırır. İnsan, değersizlik hissini gizleyerek, çeşitli rollere ve maskelere bürünerek yaşamaya başlar. Ama bu gizlenmiş yarayla insan yaşamaz, yalnızca hayatta kalır. Nefes alır ama yaşamaz, görünür olur ama var olmaz.
Yaşamak ile hayatta kalmak aynı şey değildir. Hayatta kalmak, bitkilerin ve hayvanların da yaptığı bir varlık sürdürme hâlidir. Oysa yaşamak; idrakle, bilinçle, sorgulayarak ve anlamı bularak mümkündür. Sokrates’in dediği gibi: “Sorgulanmamış bir hayat, yaşamaya değer değildir.” Gerçek yaşam, bilinçli bir varoluşla başlar. Aksi takdirde insan, içten içe tükenir.
Şerefsizlendirme kültürü, insanı bu anlamlı yaşamdan koparır, onu yalnızca hayatta kalmaya mahkûm eder. Kendini onarmayı bilmeyen birey, bu içsel çatlağı başkasına yönelterek var olmaya çalışır. Başkasının eksikliğini görünür kılarak kendini gizlemeye çalışır. Yani: şerefsizlendirir. Bunu kimi zaman alayla — sarkastik tavırlarla —, kimi zaman kıyasla, kimi zamansa tamamen göz ardı ederek yapar. Kimi zaman şakayla, kimi zaman küçümsemeyle, kimi zaman da yargı kılığında ithamlarla.
Fakat bu eylem karşılıklı bir zincire dönüşür. Şerefsizlendirilen kişi, eğer bilinçli değilse, aynıyla karşılık vermezse kendini zayıf ya da savunmasız hisseder. Çünkü karşılık vermemek, savunmasız görünmekle eş tutulur. Bu bir savunma değil, bir bulaşmadır — yani onun yarasına temas etmek değil; aynı yara biçimini üstlenmektir.
Toplumun her katmanında bu fark edilmeden yayılır: ailede, okulda, arkadaş ortamlarında, iş ilişkilerinde, hatta sevgi maskeli davranışlarda bile. Modern insan, neredeyse her ilişkisinde birbirini şerefsizlendirerek konuşur. Farkında olmadan da olsa, incitir. Ve bu incitmeler, zamanla kültürleşir. Bir toplumun dili şerefsizlendirme diline döndüğünde, bireyler arasında kurulan köprüler birer birer yıkılır.
Bu değersizlik hissi, yani şerefsiz hissetme hastalığı, insanın iç dünyasında derin bir yara olarak kalır; ama bu yara artık yalnızca tanımlanamaz bir acı değil, iyileşme çağrısı taşıyan bir işaret olabilir. Ve insan, hayatı boyunca bu yaranın farkında olarak yada olmayarak bir arayışa girer. Kimi zaman başarıyla, kimi zaman bir topluluğa dahil olarak, kimi zaman inançla bu boşluğu doldurmaya çalışır. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren, bu eksiklik duygusunu iyileştirmek için yaşar. Varoluşunun merkezinde bu şifa arayışı vardır.
3. Üç Temel Şifa Yolu (Drug – Knife – Word)
Bu yara her doğmuş insanda; Yani hepimizde var. Yaralı olan insan şifa arar. Şifa, tarih boyunca üç ana formda ortaya çıkmıştır: maddeyle (drug – ilaç, kimyasal veya bitkisel müdahale), bıçakla (knife – cerrahi müdahale, fiziksel temizlik) ve sözle (word – telkin, terapi, inanç, düşünce aracılığıyla şifa).
Maddeyle şifa (Drug): Bedensel dengenin kimyasal olarak yeniden kurulması. Modern tıbbın en yaygın formudur. Hızlı çözüm sunar, ancak çoğu zaman yalnızca semptomu bastırır. Ruhun sesini susturur, ama onu dinlemez.
Bıçakla şifa (Knife): Cerrahi müdahale ya da geleneksel tekniklerle doğrudan bedene müdahaledir. Derine iner ama ruhu dışarıda bırakır.
Sözle şifa (Word): En incelikli ve kapsamlı olanı. Psikoterapi, felsefe, inanç, dua, nasihat, hatta bir dostun sözü… Söz, sadece kelimelerle değil; anlamla, tonla, sessizlikle, bakışla, hatta varoluşla bile aktarılabilen bir iyileştirme aracıdır. Yalnızca ağızdan çıkan değil; yürekten gelen ve ruhun derinliklerine ulaşan bir titreşimdir. Bazen bir kelimeyle, bazen bir suskunlukla şifa doğar.
Ancak modern insan, sözü artık bir tutunma yeri olarak görmez. Söz, anlam taşıyan bir köprü olmaktan çıkmış; incelik yerine etki, derinlik yerine taktik hâline gelmiştir. Söz, pazarlamanın, siyasetin, manipülasyonun aracı haline gelmiştir. Kavramlar imaja, anlam sloganlara indirgenmiştir. Sözün içi boşaltıldıkça, ilişki de bozulur. Bu da şerefsizlendirme kültürünü besler. Çünkü söz şifalandırmazsa, yara dağlanmış olur. Söz kutsaldı. Şimdi ise araçsallaştırılmış, anlamı boşaltılmış, yalnızca etki için kullanılan bir şeye dönüşmüştür.
4. Şerefsizlendirmenin Şifası: Sözünde ve Özünde İnsanca Davranmak — Üç Aşamalı Şeref Bilinci
İnsanca davranmak, sadece ahlaki bir çağrı değil, insanın kendi onurunu ve varoluşunu koruma biçimidir. Ancak bu tutumun içinde üç temel evre vardır ve her biri insanın hem kendine hem topluma karşı konumunu belirler.
"İNCİNSEN DE, İNCİTME" Hacı Bektaş-ı Veli
Birinci Aşama: (HASTALIK HALİ) Karşı Şerefsizlendirme — Gücenmişlik ve Saldırganlık
Bugünün dünyasında en yaygın ve en alt düzeyde seyreden hâl budur. Biri bizi şerefsizlendirdiğinde, biz de onu şerefsizlendiririz. Bu bir savunma değil, bir misilleme refleksidir. İnsanlar bu düzlemde yalnızca hayatta kalmak için hareket ederler. Kendi onurunu korumak değil, karşısındakini bastırmak ve değersizlik hissini ötekine aktarmak peşindedirler. Bu hal, “gücenmişlik” ve “saldırganlık” duygularıyla beslenir. Ne yazık ki modern toplumun büyük kısmı bu evrede kalmıştır. Bu düzlemde hayat, bir çatışma biçiminde sürer; onurlu bir varoluş değil, hayatta kalma mücadelesidir.
Bu evre, Hacı Bektaş-ı Veli'nin “İncinsen de, incitme” ilkesiyle ters düşer. “İncindiysen, incitebilirsin” evresidir artık burası. İncitmek, burada artık kişinin hakkı gibi görünür. Ve günümüzde sürekli olan şey de budur: incinen kişi, kendini hemen mağdur ve kurban sayarak karşı saldırıyı, incitmeyi ya da gücendirmeyi kendinde hak görür, meşru kılar. Acının acıya, kırılmanın kırmaya dönüştüğü bu evre, şerefli varlığın en düşük hâlidir.
İkinci Aşama: (İLK ŞİFA KENDİNDEN BAŞLAMAK) Şerefsizlendirmemek — Erdemli Bencillik
Bu aşama, “İncinsen de, incitme” sözünün yalnızca söylenmediği, derinlemesine hissedildiği ve yaşandığı evredir; burada kişi, incinmişliğini hakikatin terbiyesine bırakır. Hacı Bektaş Veli’nin bu öğüdü, şerefli varlığın ilk insani vasıflarını göstermeye başladığı, tepkisellikten bilinçli iradeye geçilen bir sınır hattıdır.
Gerçek çıkış burada başlar: İncinenin incitmemeyi öğrenmesiyle.
Biri bizi şerefsizlendirdiğinde ve biz buna aynıyla cevap vermek yerine, kendimizi tutabildiğimizde içimizde bir kapı aralanır. Bu kapı, onurun kendiliğinden doğan haliyle ilgilidir. Cevap vermek yerine direnç göstermek, içerideki değeri hatırlamakla mümkündür. Bize atılan şerefsizlik yaftasını —ya da önyargısını— reddederek, kendi şeref kodumuzu aktive ederiz. Bu reddediş bir başkaldırı değil, kendini koruma biçimidir. Erdemli bir bencilliktir: Kendini yakmamak için yangını büyütmemek. Bu, zayıflık değil; yüksek bilincin işaretidir.
Burada “erdemli bencillik” kavramı devreye girer: zarar vermemek adına kendini korumak. Kişi, burada başkası için değil; kendini yakmamak adına susar, yangını büyütmez. Yapmadığı için onurludur. Bu kişi, içsel bir refleksle değil, bilinçli bir tercihle davranır. Örneğin; bir hakaret duyduğunda hemen karşılık vermek yerine, nefes alır, susar ya da nezaketle cevap verir. Bu tepkisizlik değil, farkındalığın aktif biçimidir. Tepki vermek yerine, tepkiyi dönüştürmeyi seçer. Bu bir nevi içsel asaletin uyanışıdır.
Sükût, burada kaçış değil; bilgeliktir.
Üçüncü Aşama: (ÖZSEL ŞİFA) Şereflendirmek — Diğergamlık ve Tanrısal Varlık
Bu noktada kişi, sadece karşılık vermemeyi değil; aksine, kendisine zarar vermeye çalışan kişiyi yüceltmeyi seçer. İyiliği hatırlatır, inancını dile getirir. Bu bir nezaket değil, bir idrak halidir — yani anlayışı davranışa dönüştürmüş bir bilinç seviyesidir; tepki yerine temsile yönelmiş bir varoluştur. Kötülüğe uğradığında, intikam değil; kalpten çıkan bir dua olur ağzında. Gerçek şeref kendi içindedir zaten ve karşısındakinin davranışı onu eksiltmez. Bu hâl, bir sessizlik gibi görünür belki ama suskunluk burada bir tohumdur; yeni bir şeref dilinin başlangıcı.
Burada artık "erdemli bencillik"ten diğergamlığa (başkası için yaşama, özgecilik) geçilir. Kişiselleştirmeden, karşısındakinin yarasına bakarak onun hayrını dilemek. Ama mağduriyetle değil; yüksek bir kendilik bilinciyle. Çünkü kişi bilir ki, şerefsizlendiren kişi, aslında kimseyi küçültmemiştir — yalnızca kendi içindeki boşluğu ortaya sermiştir. Bu bilinci taşıyan kişi, ona acıyarak değil; onunla birlikte bir dönüşüme yönelerek cevap verir.
Bu aşama, "İNCİNMEZLİK" aşamasıdır. Artık incinme söz konusu değildir. İncinmeyen zaten incitmez. Hatta bu mertebeye yalnızca bir nokta (.) aşaması bile denebilir; çünkü bir yara, bir kırılma, bir eksilme yaşanmamıştır. Sadece birliğin hayrı gözetilir. Dolayısıyla eksik olanı tamamlamaya odaklanılır. Zeval (eksilme, düşüş), Kemal (tam, bütün, olgun) edilmek üzere kişiye yüksek bir hayır bilinciyle yaklaşılır. Tam olan, eksik olanı onarmaya yönelir. Yani Kamil olan, Zavallı olanı tamam etmek için uğraşır. Çünkü tam olan incinmeyendir, incinmeyen tam olmuştur.
İşte bu, insanlığın içindeki ilahi kıvılcımın toplumsal bir iyileşmeye dönüşmesidir. Bu mertebe yalnızca bireysel değil, aynı zamanda kolektif bir şifa gücüdür. Diğergamlık, karşılık vermeyi değil; haksız olanı hakikate, kötüyü iyiye, hoş olmayanı hoş olana dönüştürmeyi seçer. (Ancak bazen, dönüşüm için bu ilkenin tersine yönelmek gerekebilir; ve Kamil bunu yapmaktan da geri durmaz.) Böylece sadece kendimizi değil, başkalarını da ayağa kaldırırız. Bu, insanlığın tanrısal tarafının zuhurudur.
5. Nokta: Birliğe Dönüş ve Tanrısal Çekim
Birliğe dönüş yalnızca metafizik bir hâl değil; kalpten kalbe yayılan bir diriliş çağrısıdır. Bir kişi, şerefsizlendirme zincirini kırıp şereflendirmeye yöneldiğinde, çevresinde görünmeyen ama hissedilen bir alan oluşur. Bu alan, pasif bir sempati değil; derin bir çekim, bir uyanış alanıdır. Çünkü tanrısal olan zuhur ettiğinde, insanın içindeki unutuş titrer; kalp, eski bir ilahi ezgiyi hatırlar gibi olur ve bu duruma insan kayıtsız kalamaz.
Şerefli bir varlık gibi davranan insan, artık yalnızca kendini koruyan değil; başkalarını da hatırlatan bir hâle gelir. Onun bakışında, sözünde, susuşunda bile bir çağrı vardır. Karşısındaki kişi, kendinde unuttuğu değeri onun varlığında sezer. Bu sezgi, içsel bir özleme dokunur. Kutsalı dışarıda arayan göz, bu kez içerideki ışığı fark eder.
Böylece bireysel bir tutum, öğretici bir tesire dönüşür. Bu kişi, örnek olmak için çabalamaz; ama hâliyle örnek olur. Şereflendirici tutumu, başkalarında da yankı bulur. İnsanlar, onda yalnızca bir kişiyi değil; kendilerini, unuttukları en derin hallerini görürler. Ve bu görme, bir teslimiyet doğurmaz; bir ayağa kalkış başlatır. Hatırlamak, uyanmaktır.
İşte burada liderlik doğar. Ama bu liderlik, unvanla değil; çekimle oluşur. Çünkü insan, kendini eksik hissettiğinde, eksikliğin olmadığı yere yönelir. Ve eksiksiz olanın varlığı, başka varlıkları da bütünlemeye başlar. Zorlama yoktur. Etkileme yoktur. Sadece var olma hâliyle dönüştürme gücü vardır.
Gerçek lider, saygıyı talep etmez; kendi varlığında başkalarının da onurunu uyandıran bir aynaya dönüşür. O, kimseye daha az ya da daha çok şeref biçmez; herkese eşit bir hürmetle yaklaşır. Çünkü hakiki liderlik, ayrıcalık değil; adaletle yansıyan bir şeref paylaşımıdır.
Öz şerefini hatırlayan insan şifalanır. Şifalanan insan, başkasını da şifalandırır. Ve bu zincir büyüdükçe, sadece bir birey değil, bir toplum değil; insanlığın özü uyanır. Bu uyanış, ekonomik bir kalkınma değil; ahlaki ve ruhsal bir diriliştir. İnsan, ilk defa o zaman insan olur.
Nokta, bir son değil, içe katlanmış bir başlangıçtır. İşte o zaman, nokta içine hakikatin sesi gizlenmiş bir tohuma dönüşür. Sessizce toprağa düşer ve karanlığına razı gelir. Sabırla, sessizlikle, kendi zamanıyla yeşerir. İnsanlığın kalbinde filizlenir; çünkü hakikat tohumu, önce karanlıkta kök salar, doğar ve ışığa yürür. O tohum, geleceğin insanlığını besler, şekillendirir ve zamanı geldiğinde, içinden hakikatin meyvesi sızar: derin, şerefli ve uyanmış insan…
Sözle değil, hâlle yazılmış bir başlangıçla…
Zavallı Bari